29 Haziran 2018 Cuma

Türklük Sözleşmesi

Geçtiğimiz ay okuduğum kitaplardan biri bu. Ama Barış Hoca’yı ve Türklük Sözleşmesi kavramını geliştirme sürecini son 2-3 yıldır takip ediyordum; sonunda kitabın çıkmış olması oldukça heyecanlandırdı. 27 Nisan akşamı Şişli’deki Nostalji Kitap Kafe’de gerçekleşen söyleşi de keza.

Beyazlık çalışmaları ya da erkeklik çalışmalarına aşinaysanız, Barış Hoca’nın ‘Türklük’ çalışmaya karar vermesinde ve ‘Türklük Sözleşmesi’ kavramsallaştırmasında bu alanlardan yararlandığını söylemem size bir fikir verecektir. Beauvoir’ın ‘One is not born, but rather becomes, a woman’ derken kastettiği özcülük karşıtı toplumsal cinsiyet tanımı ya da Butler’ın ‘gender performativity’ kavramı da. Kısacası Barış Hoca ‘Türklük’ bir performanstır varsayımıyla yola çıkıyor; Türklük hallerini/performanslarını da - kendisinin de kitapta sıklıkla belirttiği üzere - Bourdieu’nün habitus’undan yararlanarak “... belli görme, duyma, algılama, bilgilenme, ilgilenme, duygulanma, tavır alma” biçimleri olarak tanımlıyor. Buna bağlı olarak belli bilgilenmeme, ilgilenmeme, duygulanmama biçimleri de.

Peki bu performans hangi koşullara bağlı olarak ve ne amaçla sürdürülüyor? ‘Türklük Sözleşmesi’ metaforu da burada devreye giriyor. Benim de tezimin teorik çerçevesini oluştururken üstüne çok düşündüğüm yapı-faillik (structure-agency) ikilisi Barış Hoca’nın söyleşide de özellikle altını çizdiği bir noktayla alakalı görünüyor: ‘Türklük’ü egemen ideolojinin tek taraflı olarak dayatmasıyla değil iki tarafın rızasıyla uygulamaya konan yatay sözleşme kavramıyla açıklamak.

Devlet, ister cezalandırarak ister ödüllendirerek bazen de kullandığı söylemle hissettirerek bir Türklük çerçevesi oluşturur ve ‘sözleşme’nin getireceği imtiyazlardan (önyargıya maruz kalmadan ev-iş bulabilmek, adımızla, aksanımızla ilgili sorgulanmamak, haklılığımızdan emin olmak) yararlanmak isteyenler bu çerçevede hareket eder. Sürekli yeniden üretilen bu Türklük halleri birçoğumuz için zaten en ‘doğal’ olandır ve sorgulamayız. Belki birçoğumuz ‘Türk milliyetçisi’ değilizdir tıpkı bireysel olarak #ırkçı olmadığımız gibi. Fakat yine kitapta çok zihin açıcı bulduğum bir önermeye göre yapısal ırkçılığın imtiyazlarından sorgulamadan faydalanan beyazların da ırkçı olduğu gerçeği gibi yapısal Türklük’ün imtiyazlarından sorgusuz sualsiz yararlananlar da Türk milliyetçisinden farklı değildir.

Bu nedenle herhangi bir toplumsal fenomeni incelerken yalnızca bariz bir biçimde egemen ideoloji olarak adlandırabileceklerimize değil hiç sorgulamadan ‘common sense’ kabul ettiklerimize de bakmamız gerektiğini düşünüyorum. İmtiyazlarımızı sorgulamazsak biz de adaletsizliğin bir parçası oluruz.


17 Ocak 2018 Çarşamba

Acıyan Beden

Kollarımı göğsüme çekip yüzüstü yatıyorum. Kollarımın üstüne yatıyorum. Öyle yapınca ağrıyı hissetmiyorum, güçsüz kaldıklarını fark etmiyorum. Bazen de sırtüstü yatıyorum. Ellerimi mumya gibi göğsümde birleştiriyorum. Mumya gibi. Gerçekten mumya gibi oluyorum. Yataktan çıkamıyorum. Kanepeden kalkamıyorum. Ölü gibiyim. Dümdüz, kaskatı yatıyorum. Bir kez babaannemi görmüştüm rüyamda. Babaannem öldü. Ama rüyada canlıymışçasına odanın ortasında duruyordu. Ama ölüydü. Sanki ölü bedenini doldurmuşlar da odanın ortasına koymuşlar gibiydi. Ben de öyle canlıymışçasına duruyorum. Aslında ölü gibiyim. Bir yandan da ölü değilim ama. İşe gitmem lazım. Mecburiyetin kaldırma kuvvetiyle yataktan koparıyorum kendimi. Kollarım iki yanımda kasap vitrinindeki et parçaları gibi salınıyor. Kollarım. Ölü gibi. Ama ölü değil. Çünkü ağrıyor. Tek canlılık belirtisi ağrı. Kollarımı göğsümde birleştiriyorum. Daha az ağrıyor ama güçsüz. Kalemi, kaşığı üç yaşındaki çocuk gibi tutuyorum. Acemice. Güçsüz. Okula başladığımda 6 yaşımı henüz doldurmamıştım. Bir sayfa eğik çizgi, bir sayfa düz çizgi, bir sayfa A harfi. Annem kucağında kardeşimle başımda dururdu çizgilerimi tamamlayayım diye. “Yoruldum” derdim. “Kollarım ağrıyor.” Belki de yorulmuyordum, kollarım ağrımıyordu. Çizgi çizmek istemiyordum sadece. Bir sayfa çizgi. 6 yaşındaki Gülşah gibiyim yine. “Yoruldum” diyorum. “Kollarım ağrıyor.”

Bu aralar bu kitabı okuyorum. Somatizasyon, bedenselleştirme. Kişinin zihinsel ve davranışsal olarak dışa vuramadığını bedenine yansıtması. Duygularımızın düzenlenip bilincimize işlenmesi simgeleştirmeyle mümkün oluyor. Bebek, dil öncesi simgeleştirme yapamadığı için duygulanımlar fiziksel yolla ifade ediliyor. Anneyle ilişkisinde simgeleştirmeyi öğrenen bebek simgesel olanı söze döküyor. Bu sürecin yolunda gitmediği durumlarda simgeleştirilemeyen yani zihinde oluşturulamayan duygulanımlar bedende oluşturuluyor. Psikosomatik rahatsızlıklar zihnin deneyimlemediği ya da deneyimleyemediği acıyı bedende deneyimlemek demek bir bakıma. Yapılması gerekense bedendeki algıyı zihinselleştirmek. Bedenine şu çok bilindik soruyu sormak: “Kollarımın ağrısı bana ne söylemek istiyor?”

 

11 Aralık 2017 Pazartesi

İsmiyle yaşamak

Rita Ender’in geçen yıl İletişim’den çıkan bu kitabını bugün Bilgi’deki konuşması vesilesiyle kitaplığımdan çıkardım ve hem kitabın hem de konuşmanın düşündürdükleri üzerine birkaç şey yazmak istedim. Türkiye’deki diller üzerine elimden geldiğince tüm çalışmaları takip ediyorum. Rita Ender’i de Ladino’yla ilgili belgeselinin (Las Ultimas Palavras) gösterimi vasıtasıyla tanımış ve bu kitabını almıştım. Bahsettiğim belgesel de ayrıca çok can yakıcı noktalara değiniyordu. Denk gelirseniz izlemenizi öneririm.
‘İsmiyle Yaşamak’ Türkiye’de gayrimüslim azınlıktan kişilerin isimlerini alma hikayeleri ve bu isimler nedeniyle karşılaştıkları ‘ötekileştirilme’ deneyimleri üzerine. İsimlerin çoğunluk tarafından anlaşılamayıp kodlanmak zorunda olması, ‘yabancı’ sanılma gibi çok ortak bazı deneyimlerin yanında bugün konuşmada da altı çizilen önemli başka bir nokta var. Kimliğini açıklamak zorunda bırakılmak. Kişinin kimliğine dair açıklamalar yapmak zorunda bırakılamayacağı yönünde anayasayla da korunan bir hakkımız varmış. Buna rağmen toplumun çoğunluğunun aşina olmadığı bir isme sahip olanların her tanışmada neden o ismi taşıdıklarını anlatmaya mecbur bırakıldıkları gerçeği var. Bununla ilgili ‘azınlığın mahremiyetinin olamayacağı’ şeklinde bir not düşüldü sunumda; çok aydınlatıcı bir yorumdu. Sadece etnik azınlık olarak değil herhangi bir çoğunluğun karşısında azınlık kalan herkes kendini açıklamaya mecbur bırakılır. Taciz edilen kadın neden sokakta olduğunu açıklamalıdır, askerlik yapmak istemeyen gay cinsel ilişkisini kanıtlamak zorundadır. Adı diğerleri için farklı olan da işte böyle kendini ilk kez karşılaştığı kişiye açmak zorunda bırakılıyor.

Konuşma sırasında tartışılan iki nokta özellikle ilgimi çekti. Biri kendisine Türkçe bir isim verilmiş kişilerin kendi toplulukları, kültürleri, dinleri veya dillerinden bir isim almak üzere dava açtıklarında bunun için sundukları gerekçe. Aslında bunu kültürel, dini, vb. sebeplerle istediğinizi söyleyerek de dava açabiliyormuşsunuz. Fakat dinleyicilerin anlattığı biri Çerkesçe biri Lazca isim alma deneyimlerinin ikisinde de gerekçe olarak ‘çocukluktan beri herkesin kendilerini o isimle çağırması’ sunulmuş. Çünkü daha kolay, daha dertsiz. Çünkü ‘Çerkes olduğum için bu ismi almak istiyorum’ derseniz, örneğin, davanız politikleşebiliyor. Çünkü kültürel bir hak talep etmiş oluveriyorsunuz.

İkinci ve büyük olasılıkla en önemli noktaysa bir çocuğa verilen ismin onun için taşıması zor bir ağırlığa dönüşmesi. Onunla ilgili de şöyle bir deneyim paylaşıldı. Adı Çerkesçe olan çocuğunun küçükken sokakta insanlara adını söylemek zorunda kalmamak için kendi arkasına saklandığını anlattı annesi. O zaman şu soru geliyor akla: Ailelerin çocuklarına belki taşımak istemedikleri bir etiket, sürdürmek istemedikleri bir tür mücadele yüklemeye hakkı var mı? Bu soruyu kendi kendime sorarken birden ne kadar da Türkiye’ye özgü bir paradigmayla düşündüğümü fark ettim. Sorun ailenin çocuğuna verdiği isim değil oysaki. Sorun o isme yabancılık/ötekilik anlamı yükleyen çoğunlukta. 

5 Aralık 2017 Salı

Bahtin ve Bruegel'e karşı güzel hislerim var :)

Geçen ay Ayrıntı’dan çıkan Fırat İlim’in Bahtin monografisini okumaya başlayınca, yine Ayrıntı’nın bastığı ve Bahtin’in çeşitli yazılarından derlenmiş kitabı okuduğum üniversite zamanlarını hatırladım. Eryaman’daki öğrenci evimizin salonunda oturmuş her şeyin altını çize çize çeşitli aydınlanmalar yaşadığım an gözümün önüne geliyor. Bir de kafamda deli sorularla literary criticism dersine gidip Bahtin konuşmayı beklerken hocanın Russian Formalism falan anlatıp Bahtin’e değinmeden geçmesiyle hayalkırıklığına uğradığım an! (nerd problems) Onun da Bahtin enthusiast olduğunu anladığım bir arkadaşla birlikte ‘Peki ya Bahtin?’ diye serzeniş etmemiz! (Serpil Oppermann hocama selamlar :) )
O günden bu yana Bahtin kavramlarına dair literatür taramalarında, yararlandığım makalelerde karşıma çıkanlara ve bilgisayarımdaki Bahtin ve Voloşinov pdf’lerine rağmen derli toplu bir Bahtin değerlendirmesi okumadığımı fark ettim. Fırat İlim ve Ayrıntı sağ olsun bu eksiğimi kapattım.  
Kitabı okumaya başladığım hafta Viyana’da Kunsthistoriches Museum’da büyük bir buluşma yaşadım. Brüksel’deki Bruegellerden sonra bir diğer hayalimi gerçekleştirip Tower of Babel dahil geri kalan Bruegel tablolarını görmüş oldum. Bahtin üzerine okurken The fight between carnival and lent’i görmek oyunlu bir rastlantı oldu (Bahtin’in doktora tezinde incelediği Rabelais’nın Gargantua and Pantagruel’inin bendeki Penguin yayınları baskısının kapak görselinin bu tablodan bir detay olması da metinlerarasılıkta son nokta :D)
Kitapta carnival için verilen bir etimolojik referansa göre ‘carne’ = et kökünden gelen bu kelimenin anlamı ‘güle güle et!’. Karnavalın amacı perhiz/oruç öncesi bedensel olanı kutlama. Bruegel’in karnaval tablosunda sağda kilise ve onun önünde/civarında dini öğeler ve önde perhizi simgeleyen bir deri bir kemik figür ile solda sopaya geçirdiği domuz ve üstünde oturduğu fıçıyla tombul karnaval adamı.
Tabloyu analiz edebilecek bir uzman değilim. Fakat Bahtin’i ilk okuduğumda beni en çok etkileyen (belki de tek anlayabildiğim :D ) nosyon karnavalesk olmuştu. Karnavalın ters yüz etme/alaşağı etme temalarının (ayakların baş olmasının :P), hiyerarşik ilişkilenme biçiminin bozulması ve tek düzlemde (kent meydanında) buluşulma halinin, kılık değiştirip/maske takıp istediğin kişi olma/kendin olmama oyunlarının (ve evet belki de en fazla ‘oyun’un ve karnaval gülmesinin) etkisinde kalmıştım. Bruegel’de de karnavalı görürürüz. Sadece karnaval tablosunda değil neredeyse tüm tablolarında. Aristokrasiyi, dini hikayeleri, mitik karakterleri değil halkı ve onun günlük meşgalesini resmettiği için. Bedensel olanı (yemek yemeyi, içmeyi, dansı, cinselliği) kutsadığı ve bir güldürü nesnesi olarak kullandığı için. Özellikle bu tabloda olduğu gibi karnavalla perhizi, halkla ruhban sınıfını ve kentin burjuvasını aynı meydanda buluşturduğu için. Karnaval karşıt-kültür ise Bruegel karşıt-kültürün sanatını yapmış.

Sanırım Gezi’den sonraki yıl Ayşegül Baykan hocam Gezi’yi karnaval üzerinden okuduğu bir sunum yapmıştı bize. İşte o paylaşmaya doyamadığımız Gezi mizahını ve belki birçoğumuzun ilk kez deneyimlediği kaotik bir arada olma halini / karnavaleski Bruegel’de görüyorum ve hangi tablosuna bakarsam bakayım gülümsüyorum. Triumph of Death’e bile :)

28 Kasım 2017 Salı

Disclaimer niyetine


2011’de başlatıp kısa sürede vazgeçtiğim ama şimdi tekrar canlandırmaya karar verdiğim blogun ve biraz gecikmeli olsa da zamana ayak uydurmak için açtığım instagram hesabının adı ‘therestisbasicallyeverything’. The rest is basically everything. İkisi birbiriyle bağlantılı üç nedeni var bu ismin.
Başlangıç olarak bu cümle Hamlet’e aşina olanların bileceği ‘the rest is silence’ repliğinin bir varyasyonu. Hamlet’in ölmeden önce söylediği ve ölüme işaret eden. Oyunda çok sevdiğim birkaç replikten biri; sessizlik-silence kelimesini çok severim. Aynı zamanda da o kadar popüler bir replik ki bu isimde birçok blog zaten vardı ve ben de isim seçmek için ‘the rest is ...’ diye düşünmeye başlamıştım. ‘The rest is silence’ cümlesinde ‘the rest’ ‘sonrası’ diye çevriliyor, ‘şu andan sonrası sessizlik’ (yani ölüm) gibi. Ama ben biraz da ‘geri kalan’ gibi düşündüm ‘the rest’i. İşte burada ‘the rest is basically everything’, edebiyat eleştirisi dersinde üzerine düşündüğümüzde beni çok etkileyen bir fikre bağlanıyor. Saussure’ün tanımladığı temel bir dilbilim nosyonu.
O dersten aklımda kaldığı haliyle cümleler (utterance demek belki daha doğru - sözce diye çevriliyor) yatay ve dikey düzlemde varlar. Yatay düzlemde birimlerin birbiriyle syntagmatic bir ilişkisi var, dikey düzlemde ise paradigmatic. Gözümün önüne hocanın bu kavramları tahtanın sol tarafında durmuş yazarak çizerek anlatışı geliyor. Buna göre bir ‘utterance’da birimlerin syntagmatic ilişkisi olması demek her bir birimin diğer birimler sayesinde anlamlanması demek. Basit bir cümle üzerinden düşündüğümüzde öznenin anlamı fiilin anlamını etkiliyor. Yani yatay düzlemde birimler birbirinin yerine geçemez ve biri olmadan diğeri anlamlanamaz.
Fakat bir de paradigmatic ilişki var ki işte belki ikinci ya da üçüncü sınıf edebiyat öğrencisi halimi etkileyen bu nosyondu. Cümlede (ya da ‘utterance’da) her bir birim o dildeki bir kategoriden (sıfatlar, nesneler, zarflar, vb) uygun olan herhangi bir kelimeyle doldurulabilir. Yani dildeki sıfatlar kategorisinden, örneğin, o bağlama uygun olan yüzlerce binlercesinden birini seçip oraya koyabilirsiniz. Asıl vurucu nokta da şurası ki seçmediğiniz her bir kelime seçtiğiniz kelimenin anlamını belirliyor. Diyelim ki bir cümle kurarken Türkçe’deki sıfatlar kategorisinden ‘şahane’yi seçtiğimde ‘mükemmel’, ‘inanılmaz’, ‘harikulade’, vb (yüzlercesi) değil demiş oluyorum. Diğer anlamları değillemiş oluyorum yani. ‘Diğerleri değil de bu’ deyince bir tür statement yapmış oluyorum, iddia etmiş oluyorum. Bu son kısım tabi benim bu kavrama yüklediğim anlamla alakalı daha çok. İşte burada bu dilbilim kavramı benim psikolojik açıdan yaşadığım bir zorlanmaya bağlanıyor.
Beynimdeki ilişkiler ağı beni ne yazık ki can sıkıcı bir tür düşünme biçimine itiyor. Hatta buna ‘all or nothing’ düşünme biçimi dendiğini öğrendim. Türkçe’de ‘ya hep ya hiç’ diyoruz ama bu ifade bu durumu her zaman karşılamıyor. Daha ziyade ‘hepsi ya da hiçbiri’. Bunun benim hayatıma etkisi şöyle oluyor: herhangi bir şeyi ya eksiksiz olarak yapmak, elde etmek, ortaya koymak ya da  eğer bu mümkün değilse/zorlayıcıysa o şeye yönelik en ufak çabayı dahi göstermemek. Bu durumun dilbilimdeki paradigmatic ilişkiyle bağlantısı şu. Herhangi bir şeyi ortaya koyduğunda (dildeki ya da genel anlamda her tür sistemdeki ‘sign’lar yoluyla), o bağlamda onun yerine konabilecek diğer tüm ihtimalleri dışarıda bırakmış oluyorsun. Bu da seçim yapmak demek; ve en doğru seçimi - optimal seçimi. Seçim yapmaksa sorumluluk almak, iddiada bulunmak demek. Bunlar da benim için kaygı demek. En doğru seçimi yapma ihtimalim nedir ki diyerek hiçbir seçim yapmamak.

Blog yazmak o açıdan benim için korkutucuydu. O bağlamda mümkün olan yüzlerce, binlerce şeyden yalnızca birini seçip ortaya koyacaktım. Ben de şöyle düşündüm: ‘Peki ya geri kalanlar?’. ‘The rest?’ Geri kalanlar yani söylemediklerim ‘neredeyse her şey’di. Her şey eksi bir. Ben de bunu acknowledge etmek istedim. ‘Evet, söylediklerim söyleyebileceğim her şeyi dışarıda bırakıyor ve bunun farkındayım’ demek istedim. Bir tür disclaimer olarak. Kendi sorduğum şu soruyu cevapladım kısacası: ‘Peki ya geri kalan?’ ‘Geri kalan aslında her şey’.

20 Kasım 2017 Pazartesi

Liars konseri vesilesiyle geçmişe seyahat


Yedi yıl önceki bu Liars konseri kişisel tarihimin en unutulmaz konserlerinden olabilir (of Montreal’in İstanbul’daki ilk konseri de bir başkası - Kevin Barnes’ın grup olmadan geldiği son konser üzse de). İkinci konserin heyecanıyla yedi yıl önceki konseri hatırladım; her şeyi biriktirme huyum sağolsun (hoarder’dan hallice) o konserin biletini buldum. O zamanlar henüz Bursa’daydım ve İstanbul’a konser için gelmiştim. Şişhane tarafında Chillout Hostel’de kalacaktım Salon’a yakın diye. Hatta konserden önce uğramış yer olup olmadığını teyit etmiştim.
Konserin unutulmaz olmasının ilk sebebi muhtemelen başka hiç bir konserde bu kadar manyakça hoplayıp zıplamamış olmam olabilir. Albüm kaydında kusursuz gürültüler çıkaran grupların canlı performansları hayal kırıklığı olabiliyor. O aralar özellikle Plaster Casts of Everything’e vurulmuş ve hem onun olduğu albümü hem de Drum’s Not Dead’i çeviri yaparken onlarca kez dinleyip oturduğum yerde gaza gelmiştim. Oturduğum yerde olduğu gibi konserde de coşasım vardı tabi ama konserde albümün belki on katı bir enerji patlaması yaşadık. Gerçi ben deli gibi yerimde duramazken çevremde “cık cık cık” diyen bakışlarıyla pogo denemelerimi tasvip etmeyen bir topluluk olduğuna göre belki de bu konser oradaki herkes için en unutulmazlar arasında değildi :P

Konseri benim için unutulmaz yapan bir neden de İstanbul’da yaşayan kuzenimin ‘madem İstanbul’a geldin hostelde falan kalamazsın, gel takılalım sonra da bize gideriz’ ısrarlarıyla beni türkü bara götürüp sabahlatmasıydı :D Kafamda Liars davulları türkülere karışarak sürreel bir gece geçirmiştim. Liars benim için bu anılarla varken, 1 Aralık’ta yine Salon’da Liars dinlemek gruba dair bilinçaltımdaki referansları nasıl reshuffle edecek bilemiyorum. Yedi yılın ardından artık İstanbul’dayım, son üç albüme hakim değilim, konserde o kadar çılgın bir enerjim olacak mı tartışılır ve sonrasında bir türkü barda sabahlamayacağım da kesin. Ama kulaklıklarımı takıp eski albümleri dinlediğimde hala içimde enerji birikiyorsa konser için heyecanlanmalıyım sanırım.

14 Ağustos 2011 Pazar

Danse Macabre


 Ölümün dansı olgusunun beni etkilediği falan yok aslında. Ortaçağda dini gerekçelerle, korkutma aracı olarak kullanılmış bir mefhum. Gerçi kabul etmek gerek, batı sanat tarihinde dini hikâyeler zaten mitolojik hikâyelerle birlikte uzun bir dönem neredeyse tek ilham kaynağı.  Rönesans eserlerini incelemeye kalktığınızda mesela, “Adoration of the Magi”lerden, “Madonna and Child”lardan geçilmez. Bu açıdan o devasa, detaylı eserler birer hayranlık nesnesi olmaları dışında bana zevk vermezler. “Danse macabre”nin hatırlattığı fani olma, kim olursan ol ölümle karşılaşacak olma durumunun da sanatta belki de sadece Hamlet’deki yansımasını severim, o da Shakespeare’in witty tarzı yüzünden. O meşhur, Yorik’in kafatasını eline alıp ölümden bahsettiği tiradı değil de, Polonius’un nerede olduğunu soran krala cevaben “not where he eats, but where he is eaten” diye başlayan tiradı.
Bir de bu didaktik konuyu işlemesine rağmen esprili bir yanı olan Bruegel’in “Triumph of Death”i. Bu tabloya ilk defa, dans macabre’nin sanattaki yansımalarından örnekler gördüğümüz bir derste rastlamışım.  Detayına inseniz bir sürü farklı hikâye çıkarabileceğiniz o onlarca hikâyeyi, o karmaşa halini sevmiştim ama kime ait olduğu büyük ihtimalle aklımda kalmamıştı bile. Bruegel adına sonra Titus Andronicus’un bir şarkısında rastladım, Upon Viewing Bruegel’s “Landscape with the Fall of Icarus”.  Icarus hikâyesine karşı hislerim biraz karışık. Icarus bir epic fail örneğidir bence (balmumuyla birleştirilmiş kanatlarla güneşe uçmak?). Yine de büyük oynamış biridir Icarus. Ama hikâye, “İşte! Limitlerinizi bilmezseniz suya çakılıverirsiniz” der. Umut kırıcıdır. Bruegel, bu ders verme amacındaki hikâyeyi de trivial bir hale getiriverir, tablonun adı “Landscape with the Fall of Icarus” tur. Icarus tabloda suda çırpınan bir çift bacaktan fazlası değildir.
Hafızamın bana garip oyunlar oynadığını görüyorum son zamanlarda. Bazı bilgileri yanlış kaynaklarla eşleştiriyorum. Bir süredir, Bruegel’i bana hatırlatanın Fleet Foxes’ın bir şarkısı olduğunu düşünüyordum. Sonra o şarkının Titus Andronicus’un olduğu açıklığa kavuştu ama ilginç bir rastlantı, belki de hafızamın özellikle yönlendirmesiyle Fleet Foxes’ın albüm kapağında Bruegel’in “Netherlandish Proverbs”ünü kullandığını fark ettim. Bruegel’in tablolarında beni çeken öğeler bunda da mevcut. Onlarca hikâye, gülünç karakterler (neredeyse tüm eserlerinde gülünç bir karaktere, sahneye rastlayabiliyorsunuz), adeta konu ettiği şeyi ciddiye almama hali ve sarı-kahve tonlarda bir landscape. Bu tonlar hemen hemen her tablosuna hâkim, “Hunters in the Snow” gibi bir kış temsilinde dahi o sarı-kahve kokusunu alabiliyorum. Bir diğer favorim de “Tower of Babel” ki o da aynı özellikleri paylaşıyor. Babil Kulesi adeta tablonun ana karakteri değil Bruegel’in anlattığı hikâyenin arka planı oluyor.
Bruegel’in birçok tablosu sanki play tuşuna basıp kendimi bir komedi filminde bulacakmışım hissi veriyor. Absürt karakterler alakasız sahnelerde kendine yer buluyor, detaylara inerseniz o esprili anlatımı yakalıyorsunuz. Wit. Ve tabii o kahve tonlar. Kısacası, I heart Bruegel.