14 Ağustos 2011 Pazar

Danse Macabre


 Ölümün dansı olgusunun beni etkilediği falan yok aslında. Ortaçağda dini gerekçelerle, korkutma aracı olarak kullanılmış bir mefhum. Gerçi kabul etmek gerek, batı sanat tarihinde dini hikâyeler zaten mitolojik hikâyelerle birlikte uzun bir dönem neredeyse tek ilham kaynağı.  Rönesans eserlerini incelemeye kalktığınızda mesela, “Adoration of the Magi”lerden, “Madonna and Child”lardan geçilmez. Bu açıdan o devasa, detaylı eserler birer hayranlık nesnesi olmaları dışında bana zevk vermezler. “Danse macabre”nin hatırlattığı fani olma, kim olursan ol ölümle karşılaşacak olma durumunun da sanatta belki de sadece Hamlet’deki yansımasını severim, o da Shakespeare’in witty tarzı yüzünden. O meşhur, Yorik’in kafatasını eline alıp ölümden bahsettiği tiradı değil de, Polonius’un nerede olduğunu soran krala cevaben “not where he eats, but where he is eaten” diye başlayan tiradı.
Bir de bu didaktik konuyu işlemesine rağmen esprili bir yanı olan Bruegel’in “Triumph of Death”i. Bu tabloya ilk defa, dans macabre’nin sanattaki yansımalarından örnekler gördüğümüz bir derste rastlamışım.  Detayına inseniz bir sürü farklı hikâye çıkarabileceğiniz o onlarca hikâyeyi, o karmaşa halini sevmiştim ama kime ait olduğu büyük ihtimalle aklımda kalmamıştı bile. Bruegel adına sonra Titus Andronicus’un bir şarkısında rastladım, Upon Viewing Bruegel’s “Landscape with the Fall of Icarus”.  Icarus hikâyesine karşı hislerim biraz karışık. Icarus bir epic fail örneğidir bence (balmumuyla birleştirilmiş kanatlarla güneşe uçmak?). Yine de büyük oynamış biridir Icarus. Ama hikâye, “İşte! Limitlerinizi bilmezseniz suya çakılıverirsiniz” der. Umut kırıcıdır. Bruegel, bu ders verme amacındaki hikâyeyi de trivial bir hale getiriverir, tablonun adı “Landscape with the Fall of Icarus” tur. Icarus tabloda suda çırpınan bir çift bacaktan fazlası değildir.
Hafızamın bana garip oyunlar oynadığını görüyorum son zamanlarda. Bazı bilgileri yanlış kaynaklarla eşleştiriyorum. Bir süredir, Bruegel’i bana hatırlatanın Fleet Foxes’ın bir şarkısı olduğunu düşünüyordum. Sonra o şarkının Titus Andronicus’un olduğu açıklığa kavuştu ama ilginç bir rastlantı, belki de hafızamın özellikle yönlendirmesiyle Fleet Foxes’ın albüm kapağında Bruegel’in “Netherlandish Proverbs”ünü kullandığını fark ettim. Bruegel’in tablolarında beni çeken öğeler bunda da mevcut. Onlarca hikâye, gülünç karakterler (neredeyse tüm eserlerinde gülünç bir karaktere, sahneye rastlayabiliyorsunuz), adeta konu ettiği şeyi ciddiye almama hali ve sarı-kahve tonlarda bir landscape. Bu tonlar hemen hemen her tablosuna hâkim, “Hunters in the Snow” gibi bir kış temsilinde dahi o sarı-kahve kokusunu alabiliyorum. Bir diğer favorim de “Tower of Babel” ki o da aynı özellikleri paylaşıyor. Babil Kulesi adeta tablonun ana karakteri değil Bruegel’in anlattığı hikâyenin arka planı oluyor.
Bruegel’in birçok tablosu sanki play tuşuna basıp kendimi bir komedi filminde bulacakmışım hissi veriyor. Absürt karakterler alakasız sahnelerde kendine yer buluyor, detaylara inerseniz o esprili anlatımı yakalıyorsunuz. Wit. Ve tabii o kahve tonlar. Kısacası, I heart Bruegel.  



24 Temmuz 2011 Pazar

Velvet Underground & Nico üzerine bir güzelleme

Bu yazı müzik üzerine teknik bir bilgisi olmayan ve doğal olarak müziği gerçekte ne olduğuyla değil kulağında tınladığı şekliyle değerlendiren biri tarafından yazılmıştır. Bu açıdan teknik cehaletle suçlanma hakkı saklıdır.

Velvet Underground nedir/ne değildir (naçizane)

Velvet Underground  “favori grubumdur” diyebileceğiniz türde bir oluşum değildir. Klasik Amerikan rock grubu tadında, yalnızca birkaç kez dinlediğim albümleri de benim için Velvet Underground değildir açıkçası. Gerçekten severek dinlediğim ikinci en iyi albümleri White Light/White Heat’tir o kadar. Velvet Underground bana göre bir proje. Proto-punk, proto-noise, proto-everything bir albüm yaratmak için, döneminin sanatı sorgulayan yapısıyla da alakalı olarak, entelektüel – sanat üzerine düşünen – açık fikirli müzisyenlerin bir araya gelmesiyle ve bence kesinlikle Nico’nun dâhil olmasıyla bir nevi Voltran’ı oluşturmuş bir proje. Favori grubum Velvet Underground değildir ama favori albümüm açık ara Velvet Underground & Nico’dur. Easy-listening değildir, dinleyip özdeşleşebileceğiniz, catharsis yaşayabileceğiniz bir müzik de değildir (s&m, deri, kadife benzeri fetişleri olan, uyuşturucu bağımlısı ve daimi kulak tırmalayıcı, rahatsız edici sesleri içselleştirmiş biri değilseniz tabii). İnsanı sanat üzerine düşünmeye sevk eden, bunu amaçlayan her türlü sanat eserine (ki eser değil iş demeyi tercih ederim ya da yaratı belki) saygı duyarım zaten; benim için safi zevk kaynağı değil ayrıca bir eleştiri, fikir yürütmedirler. Velvet Underground & Nico bana göre (ki popüler batı müziği üstüne düşünen herkesin büyük ölçüde bu görüşü paylaştığını düşünüyorum) müzikte bir kırılma, bir provokasyon, kendi medyumunu kullanarak pop müziği (ya da rock’n’roll’u) sorgulama, popüler müzik bağlamında yaratılmış bir Verfremdungseffekt. Hiçbir şarkısı sıradan olmayan, söz yazımıyla, enstrüman kullanımıyla ya da vokal formuyla soru sorduran, etki bırakan bir albüm. Andy Warhol modern dönemin takip ettiğim, etkilendiğim sanatçılarından olmamıştır hiçbir zaman ama Velvet Underground’la buluşmuş olmaları hem şaşırtıcı değildir, hem de hayırlara vesile olmuştur belki de. Bu albüm için yaptığı cover art günümüz koşullarında düşününce yalnızca kinky diye nitelenip küçümsenebilir (kabuğu soyulunca ortaya çıkan pembe bir muz – dâhiyane olduğunu kimse iddia etmez herhalde) ama dönemi için rahatsız edici ve Andy Warhol’dan beklenecek türde bir fikirdir (yalnızca bir adamın yüz ifadelerini gördüğümüz Blow Job adında bir kısa film çeken Warhol’dan bahsediyoruz sonuçta). Bu cover art yine de sırf bu projenin görseli olduğu için bile benim için önemlidir. Ayrıca külttür sonuçta, koleksiyon objesidir, peel slowly and see bir vinyl servet değerindedir. Albüme geri dönersek, bir de yayınlandığı dönemde az ilgi gördüğü ama albümü alan herkesin ileride müzik yapmaya başladığı şeklindeki şehir efsanesi vardır ki I can’t see a reason why it shouldn’t be true.




Sunday Morning
Albümün yumuşak huylu şarkılarından, müzik kutusu gibi tınlar adeta. İsmiyle müsemma demek gerek belki çünkü karşı konulmaz bir pazar hissi yaratır. Pazar çok erken saatlerde sokakta bulunmak gerektiğinde inanılmaz uyumlu bir soundtrack olabilir. Tabii ki şarkı tamamen rahat olmanıza izin vermez, oldukça bas tınılı bir temeli var gibidir ama tuşlular o kadar rahatsız edici bir tizlikle o bas havayı yırtar ki sıradan bir pop şarkısı dinlemediğinizi hatırlarsınız. Bu tuşlu enstrümanın adının celesta olduğunu öğrendim, özellikle bu tür tiz bir ses yakalamaya uygun, Cale’in altered classical instruments diyebileceğim seçkisinden.  Yine de albümün en pop şarkılarından tabii ki. Son dakikada giren gitarı çok da severim bu arada ve Nico’nun la la la la şeklindeki back vokaliyle ninnivari bir şekilde sona ermesini.  Oysaki bizi bekleyen yaklaşık 50 dakikada uykuya dalmamız neredeyse hiç mümkün olmayacaktır.

I’m Waiting for the Man
26 dollars in my hand… Bu şarkının ilk olarak live versiyonunu dinlemiştim. Benim için uzun bir süre yalnızca o versiyondan ibaret olduğu için bende o haliyle yer etmiştir. Kayıt Reed’in seyirciyle konuşmasıyla açılır ki kelimesi kelimesine bilirim neredeyse, şarkının bir parçası gibi olmuştur benim için. “Do you have a curfew or anything?” diye sorar, çünkü “we’re going to do either one long set or two sets” . Oldukça country bir gitarla başlar şarkı orijinalinden farklı olarak. Daha dağınık çalınmış bir kayıttır, orijinalindeyse aksine koşuşturma havası yaratan bir piyano vardır. Bar piyanolarını andırdığını düşünmüştüm, zaten bu tarza barrelhouse style dendiğini okudum sonrasında.  Live kayıtta “oh baby don’t you holler / darlin’ don’t you bawl and shout” sözlerinden sonra gelen, asıl ritimden sapan gitara bayılırım. Yalnızca birkaç notadır, alakasızdır ve sırf o yüzden de çok yerindedir. Şarkı gittikçe hızlanır ve tepe noktasında da sona erer. Kayıt bir avuç insanın alkışları ve Reed’in mütevazı “thank you, thank you”larıyla biter.

Femme Fatale
Tef, grubun sık kullandığı bir enstrüman. Bu şarkı da büyük ölçüde tef ve Nico demek. Nico’nun vokalini Sunday Morning’deki back vokali saymazsak ilk defa duyarız. En başından beri Nico’nun bu rough aksanının rahatsız ediciliğini, Cale’in yakaladığı distorted  sesler ya da Reed’in wicked sözleri gibi grubun soundunu oluşturan en önemli elementlerden biri olarak görmüşümdür. Sıradan bir kadın vokal bu etkiyi yakalayamazdı. “What a clown”, walks/talks derken s’lere yaptığı vurgu ve “you’re number 37, have a look”  sırf Nico’nun telaffuz ediş tarzıyla benim için bu şarkının tepe noktalarıdır. Bir de tabii back vokalde tekrar eden “she’s a femme fatale”.

Venus in Furs
Favorim. Bu şarkı benim için kutsaldır neredeyse. Mindfucking denebilir. Her dinleyişte, özellikle açılış ritmiyle ama ayrı ayrı birçok noktasıyla da tüylerimi diken diken eder. Şarkının bu etkileyiciliğinin temasıyla hiçbir ilgisi de yoktur. En sevdiğim şarkı Venus in Furs dediğinizde sapkın insan muamelesi görebilirsiniz ama bu şarkının sözleri sadece bir tamamlayıcıdır benim için. Müziğiyse bambaşka bir şey. Gerçi sözlerinden girecek olursak söze, aslında bir kitaptan esinlenme Reed için bu sözler ama kendisi de özdeşleşmiştir tabi büyük ölçüde. Venus in Furs başlıklı o kitapta, anlatıcı kürk giymiş bir Venüsle aşktan konuştuğunu hayal etmektedir, arkadaşı buna karşılık ona bir hikâye anlatır. Severin karakteri bir kadına o kadar tutkuyla bağlanmıştır ki kadının kendisine kölesi gibi davranmasını ister. Ama ilişkileri tabii ki mutlu sonla bitmez. Önemli olan da bu değildir zaten. Reed’i etkileyen büyük ihtimalle köle kısmı olmuştur ve bize o hikâyeyi anlatır. Şarkıya adını veren Venüs’ün de ayrı bir önemi var gerçi. Onlarca şarkı yazılmış Venüs’e hitap eden. Nedenlerini anlamak zor değil ama incelenmeyi de hak eden bir fenomen. Peki ya müzik? İşte o nokta daha heyecan verici. Bu şarkıda ilk defa Maureen Tucker’ın tam tamı andıran davullarını duyarız. Onu ayakta bu tam tamları çalarken hayal ederim. Şarkının o ilkel, insanın en doğal, hayvansı yanına hitap eden haliyle çok uyumlu, basit ve vurucu bir ritimdir. Şarkı boyunca kesintisiz süren o gitar gürültüsü, amfiden gelen o feedback ve Cale’in viyolasıyla yarattığı o adeta acı çeken insan sesi şarkının sadomazoşist atmosferini tamamlar. Bu şarkıda sanırım Reed’in buluşu olan, ostrich gitar denen bir teknik kullanılmış. Teknik noktasında çok bilgim olmasa da tüm gitarın aynı perdeden akort edilmesiyle yakalanıyor bu ses sanırım. Zaten bu albüme, bu projeye bu kadar anlam yüklememin nedeni de bu denli deneysel, sınırları zorlayan yapısı işte. Sözlere dair bu şarkıdaki tepe noktası bence “I am tired, I am weary / I could sleep for a thousand years / A thousand dreams that would awake me /different colors made of tears” dörtlüğüdür. Bazı şarkıların, hatta kitapların içinde öyle cümleler ya da ifadeler vardır ki artık tek başlarına bir varlık kazanmışlardır. “Different colors made of tears” öyledir örneğin. Tekrar müziğe döndüğümüzde Cale şarkının yaklaşık olarak yarısında farklı bir melodiye, bana oryantal bir tını veren bir melodiye geçiyor. O ana kadarki tekdüze sesi kırmış oluyor. Bir yandan da tef ve davulla verilen o dım tıs dım dım tıs ritmi var ki belki de tüm albümde en sevdiğim ritimdir. Şarkının sonuna doğru bu ritmin üzerine gitarla dümdüz tek bir akor tansiyonu artırır. Diğer birçok pop tınılı şarkılarının aksine de oldukça keskin bir şekilde sona erer. Her dinleyişte içindeki farklı bir öğeye yoğunlaşabileceğiniz yoğun bir şarkıdır. Deneyimlemek gerekir.

Run Run Run
Yine koşuşturan bir ritim vardır arka planda, ismiyle müsemma şarkılardan bir diğeri. Bu ritmin üstünde Lou Reed’in gitarı ara sıra girer, parçalıdır, formsuzdur, rahatsız edicidir. Gitarıyla deney yaptığı şarkılardandır. Sözleriyse tamamen kendi başına bir kısa hikâyedir, faklı karakterler tanıtır bize New York drug scene’den. Waiting for the Man’deki karakterin parçası olduğu dünyadayızdır yine.  Bu iki şarkı NY drug scene series şeklinde albümde zuhur eder sanki. New York Trainspotting’i gibidir adeta. Kısa filmi yapılmış mıdır bu şarkının merak ederim. Üçüncü dakikaya doğru “run run run take a drag or two”dan sonra gelen gitar başka bir favorimdir.

All Tomorrow’s Parties
Bu albümdeki kişisel favorim Venus in Furs olsa da All Tomorrow’s Parties’in kült konumunu teslim etmek gerek. Adına festival düzenlenen bir şarkıdır ATP, adı da çok şey ifade eder. Korkutucu bir havada, karanlık bir atmosferde açılır.  Daha sonra giren Venus in Furs benzeri davul-tef ikilisi silah ateşlenir gibi keskin ve serttir. Gitar bu başlangıç işaretinden sonra girer. Bu kayıtta Nico’nun vokali üst üste bindirilmiştir. Bir nevi rezonans yaratır, kulak tırmalar. Bu şarkıyı dinlerken aklıma hep ağlamaktan makyajı akmış bir kadın imgesi gelir (belki de şu nedenle - cry behind the door - ). Femme Fatale’in Edie Sedgwick olduğu söylenir, bu şarkıdaki poor girl de o mudur diye düşünürüm. Tüm enstrümanlar kendi köşelerindedir bu şarkıda, karışmazlar, uyum sağlamaya çalışmazlar, her dinleyişte farklı birine odaklanmanız mümkündür. Çok derinden de Cale’in piyanosunu duyabilirsiniz.  Ostrich gitar tekniğinin kullanıldığı bir diğer şarkı da budur ayrıca. Şarkı Run Run Run’daki gibi Reed’in deneysel takılıp gitarıyla zirve yapmasıyla ani bir şekilde son bulur.  

Heroin
Oldukça sakin bir girişi vardır, yavaş bir kalp atışı gibidir davullar ve kalp atışının hızlanmasıyla da hızlanırlar.  Müzik tamamen vokalle aynı tempoyu takip eder. Sürekli giderek hızlanıp aniden yavaşlayan ve tekrar hızlanan bir yapı izler. Eroinin nasıl hissettirdiğini bilmesem de bir peak sonrası durulma hali olduğunu ve şarkının temposunun da tamamen onu yansıttığını düşünmek mümkün. Grubun şarkılarının ruhuna uygun atmosfer yaratma konusundaki yetkinliği tartışılamaz herhalde. Lou Reed’in “it’s my wife and it’s my life” dedikten sonraki hınzır gülüşü, yalnızca bir ha ha belki ama olmasa bir şeyler eksik kalırmış sanki. Beşinci dakikadan sonra büyük bir mayhem hali başlıyor, bir kafa bulanıklığı gibi, 5.17’de ise Moe Tucker ritmi kaçırıp çalmayı bırakmış, tekrar kayda girmemişler. Bu tür önemsiz bir rastlantı, davulların o yarım dakikalık suskunluğun ardından yavaşça tekrar duyulmaya başlaması ilginç bir şekilde kısa süreliğine bir kalp durma efekti yaratmış. Sonrasındaysa giderek jet hızına ulaşıyoruz, her şey tavan yapıyor. And I guess that I just don’t know (bir şey ifade etmeyen bir cümle gibidir ama kayıp bir kişiliğin sloganı da olabilir), şarkı bir iç çekiş gibi biter.  

There She Goes Again
Şarkının açılışını yapan o güçlü gitar riffini hep sevmişimdir, şarkı boyunca da tekrarlanan o riff Marvin Gaye’in Hitch Hike şarkısından alınmaymış ama Rolling Stones coverına daha yakın bir halini, daha keskinini kullanmışlar. Tipik Lou Reed sözleri vardır şarkının s&m tadında. You better hit her! Ardından da yine o gitar girer, gerçekten bir tokat yemiş gibi hissedersiniz. Back vokalleriyse bütün o uuu’larıyla bir grup takım elbiseli surfer yapıyormuş gibi canlandırırım gözümde.  O elliler tarzı rock’n’roll gruplarındaki back vokaller gibi. Bir de neden bilmem, hikâyenin ana kahramanı olan kadın da sanki Audrey Hepburn’dür benim için, biraz daha femme fatale versiyonu belki. Kısa bir şarkıdır ve Lou Reed’in rock’n roll vokalleriyle fade away şeklinde biter. Çok etkileyici bir şarkı olmayabilir ama vurucu gitar riffi için tekrar tekrar dinlenebilir.  

II’ll be Your Mirror
Nico vokalli şarkılardan bir başkası. Femme Fatale’deki gibi bunda da Nico’nun rahatsız edici (Nico’nun vokali için kullandığım rahatsız edici, kulak tırmalayıcı tanımlamaları bir anlamda provoke eden, yabancılaşma yaratan, o açıdan sıradan bir pop şarkısından ayrılmasını sağlayan anlamında pozitif bir şey ifade ediyor benim için) vokalini duyarız. Tatlı bir gitar melodisi ve tefle açılır ve Nico’nun vokali bu melodiye kesinlikle tezat oluşturur. Diğer pop tınılı şarkılarına göre daha melodiktir. Dreamy atmosferi ara sıra ani bir gitar bozar ve mayışmış bünyeyi uyku halinden çekip çıkarıverir.  Aniden uyandırılmış gibi hissedersiniz. Şarkının son düzlüğünde Nico kendine back vokal yapar, bu bindirilmiş vokalde I’ll be your mirror / reflect what you are derken gerçekten de aynadan yansımakta gibidir. Şarkı haletiruhiyesine uygun bir şekilde fade away biter.  

The Black Angel’s Death Song
Albümün deneysel ruhunun alamet-i farikası iki şarkıdan biri budur.  Cale’in kulak tırmalayan elektrikli viyolasıyla ve Reed’in sert vokaliyle açılır. Korkutucudur. Gitar genellikle geri plandadır.  Cale’in viyolası sürekli acı çeker haldedir ama gürültü gibi değildir aksine sürekli oldukça akılda kalıcı bir cümleyi tekrar eder gibidir. choose to choose/choose to go – ölümün doğası üzerine adeta bir to be or not to be tiradı gibidir.  Adı normal olarak ölümü çağrıştırır ama gözümün önüne nereden aşina olduğumu bilmediğim kurak bir arazi, batmak üzere olan güneş ve bir bufalo kafatasından oluşan o görüntü gelir. Canlı çalındığında akıl almaz noktalara götürülmeye, doğaçlamaya müsait bir yapısı vardır ama albümde ani bir şekilde biter. Son duyduğumuz, gitardan yükselen tek bir notadır.

European Son
Şarkı soundcheck havasında açılır. Klasik bir gitar riffiyle başlar ki Chuck Berry’den olduğunu okumuştum sanırım bir yerde. Çok az ama sert sözleri vardır (you spit on those under twenty-one). Sıradan bir rock’n’roll şarkısı gibi ilerliyorken birinci dakikada ani bir metalik gürültüyle, adeta bir kırılma efektiyle müzik radikal bir biçimde değişir (burada değişen yalnızca şarkının soundu değil genel anlamda popüler müziktir de aslında). Cale’in ya da grubun genel olarak deneysel olduğu gerçeği ortada ama gürültüyü açıkça bir proje olarak kullanan Reed olmuştur. Gürültüye olan bu tendency’nin görüldüğü, precursor of Metal Machine Music diyebileceğimiz şarkıdır European Son. Yaşanan ani değişimden sonraki yaklaşık yedi dakika, çeşitli enstrümanlarla, birbirinden bağımsız, bol distorsiyonlu bir gürültü şenliğidir. Ritmik olma belirtisi gösteren her türlü ses bir diğeriyle öldürülür. Bir nevi gürültünün içine çekilip yok edilir.  Müzik bu yedi dakikanın başından sonuna doğru daha az ritmik, gittikçe daha zorlayıcı olur ve aniden biter. Tabi aslında bitmediğini ve dört devasa kayıt şeklinde MMM’de ortaya çıktığına da düşünebilirsiniz. İlk dinlediğimde ani kırılma efektinden sonra gelen o emprovize yedi dakika kafamı allak bullak etmiş, müzik üzerine derin düşüncelere sevk etmişti beni. Herhalde amaçladıkları da tam olarak buydu zaten. Müziği sorgulatmak.




6 Haziran 2011 Pazartesi

A bout de souffle

 İzlediğim ilk Godard filmi A bout de souffle değildi. Filme defalarca televizyonda (TRT’de) denk gelsem de bir türlü meşhur Champs Élysées-New York Herald Tribune sahnesinden sonrasını izleyemiyordum. İlk izlediğim Godard filmi Week End olmuştu. Godard’a oldukça sürreal sayılabilecek bir filmiyle başlamış hatta o festivalde ilk defa Bunuél ve sanırım bir de Švankmajer izlemiş, beynimi bir süreliğine kullanılamaz hale getirmiştim. Tekrar tekrar izlenilesi bir film olmasının yanı sıra, A bout de souffle bir Marie et les Garçons şarkısının adı olarak karşıma çıktı. Peki, Marie et les Garçons nasıl karşıma çıktı? Açıkçası, tamamen “bakalım 70’lerde Fransa’da neler varmış punk/post-punk adına” gibi rastgele bir arayış sırasında dinledim bu grubu da.
 İlk olarak Métal Urbain dinledim ki bir nevi Fransız Sex Pistols olarak anılabilirler. Her şeye tepkili olduklarını ve politik sözler yazmaya çalıştıklarını pek Fransızca bilmesem de anlayabiliyorum. Müzikleri biraz fazla rough gibi, tabi çok akıllıca tasarlanmış gitar cümleleri, vurucu ritimler falan beklemiyordum. Sonuçta punk, müzikal açıdan iddialı olmakla alakalı değildir. Ama bu grubun amacı büyük ölçüde ne kadar sinirli olduklarını ifade etmekmiş gibi görünüyor ya da daha doğrusu öyle yaparsak punk yapmış oluruz algısıyla oluşmuş şarkılar var. Grubun müziğinde farklı bir nokta drum machine kullanmış olmaları. Bu ilk dinleyişte çok rahatsız olmadığım bir durumdu. Hatta Clé de Contact şarkılarında çok kesin olan davul vuruşları hoşuma gitmişti. Fakat albümün genelinde drum machine olayını biraz yadırgadım çünkü gitarlar ne kadar dağınıksa davullar o kadar mekanikti (doğal olarak!). Bu da bana punk müziğin doğasına biraz aykırıymış gibi geldi aslında. Ama müzik hakkında ahkâm kesmek değil amacım. O yüzden başka ne düşündüm bu grubu dinlerken ona dönelim. Marie et les Garçons dinlerken de fark ettiğim bir şey var Métal Urbain’in müziğinde. Surf tadı alıyorum, bir retro seziyorum ki zaten Pop Poubelle’de yanlış anlamıyorsam onlar da “Salut de Retro” diye bir selam çakıyorlar. Bahsetmek gereken bir şarkı da Train (version 2). Bu şarkının, onlarca cover’ı olan The Train Kept a Rollin diye klasik bir rock şarkısının yorumu olduğunu açıkçası bilmiyordum ama orijinalini dinleyince bu şarkının gitarlarını daha çok sevdim diyerek şarkının orijinaline biraz saygısızlık edeceğim maalesef. Aslında bu şarkıda asıl dikkatimi çeken, vokalin (echosuyla tınısıyla) bana fena halde Suicide’ı hatırlatması oldu.
 Métal Urbain dışında Asphalt Jungle ve Stinky Toys dinledim fakat henüz onlara yeterli mesai harcayamadım. Çünkü bu sırada sürekli Marie et les Garçons dinlemekle meşguldüm. Bu grubu punk olarak niteleyemem. Ya da o şekilde sınırlayamam. Punk ötesi bir müzik, post-punk denebilir belki ya da new wave demek daha doğru olabilir, aldığım surf havasından, 60’lar sound’undan dolayı. Nouvelle Vague. Godard. A bout de souffle. Böyle bağlanıyor şeyler birbirine, ne ilginç. A bout de souffle tabii ki en çok ilgimi çeken şarkı falan değil. Re-bop sonundaki davul ritmiyle Rien á dire diye bir şarkıya bağlanıyor ki bu beni en çok esir eden şarkı oldu. Grubun gitarları davulları birbirinden ayırt edilebiliyor, çok temiz, çok net. O açıdan zaten punk diyemem bu gruba. Ayrıca artsy bir havaları da var. New York müziğinin o dönemde sanat çevreleriyle çok içli dışlı hali sanırım bu grupta da varmış. Métal Urbain ne kadar o dönemin İngiliz sahnesinden etkilenmişse bu grup da o kadar New York hissi veriyor. Attitudes nerdeyse tamamen aynı ritmin üzerine kurulmuş bir şarkı ve bu şarkıda bas (eğer bas zannettiğim o ritmi başka bir şeyle karıştırmıyorsam) sürekli kulak kabarttığım tek şey oluyor dinlerken. Zaten böyle sürekli detaylara takılırım. Bir grubun müziğini çok da sevmeyebilir ama bir şarkıdaki gitarlara ya da kısa bir davul ritmine âşık olabilirim. Ya da okuduğum kitaplarda kelimelere, tamlamalara sırf kulağa çok hoş geldikleri için takılabilirim. Le Comte Mexicain. Bu şarkıda da aralıklı olarak tekrar eden gitar riff’ine bayıldım. Marie et les Garçons’a bu kadar takılmamın nedeni biraz da Fransızca sanırım. Yaklaşık 13 dakikalık Marie et les Garçons biraz spoken word gibi gidiyor ve Fransızca’nın inanılmaz çirkin ama bir o kadar da çekici bir dil olduğunu fark ediyorsunuz. Ya da en azından ben öyle hissediyorum bu şarkıyı her dinlediğimde. Gırtlaktan telaffuz edilen her kelimede dile hayran kalıyorum. Ne dediğini anlamıyor olmam da bir şey değiştirmiyor açıkçası. Genel olarak (genelleme hoşlanmadığım bir mefhumdur aslında ama) Fransa diyince, Fransız diyince aklıma çirkin ama çekici geliyor zaten.  Ugly in an attractive way (tam olarak böyle tanımlarım sanırım dili de, Paris’i de örneğin). Bendeki kaydın doruk noktası Gloria in Excelsis Rebel’la karşılaştığım an oldu ki dinlediğim sırada şarkının adını görmemiş ve bu kadar tanıdık gelen melodi de neyin nesi demiştim. Meğer Patti Smith’in (bu şarkı benim için Patti Smith demektir, Van Morrison maalesef bir şey ifade etmiyor benim şarkıyla ilişkim açısından) Gloria’sının Fransızca bir versiyonunu dinlemekteymişim. Şarkı Bowie’nin Rebel Rebel’ıyla mash edilmiş aslında. Çeşitli yerlerde iki şarkı karışıyor sonra tamamen Rebel Rebel’la devam ediyor. İki şarkıya da büyük bir yenilik getirdikleri yok aslında ama sevdiğin şarkılarla ansızın bu şekilde karşılaşmak hoş. Ayrıca şarkının adındaki kelime oyununu da sevdim. Gloria in Excelsis Deo normalde bir ilahinin adıymış. “Glory to the God in the highest”. Bunu bir nevi “Glory to the Rebel in the highest” haline getirmişler aynı zamanda.  Ve sonra birden White Light/White Heat giriyor ve o beyaz ışık beni kör ediyor. Bir grubun tek amacı dinleyici olarak beni ikna etmek olsaydı sanırım ancak bu kadarını yapabilirlerdi. Venus in Furs coverlamazlarsa tabii. Ama belki o ters tepki yaratırdı çünkü Beck’in öyle bir projesi olmuş ve “the Velvet Underground & Nico”yu baştan sona farklı şekillerde yorumlamışlardı. Ben Venus in Furs kaydını pek de sevmemiştim. Benim için kutsal sanırım. Zaten Velvet Underground hakkında düşündüklerim, o albümün her şarkısının tek tek bana neler hissettirdiği tamamen ayrı bir konu. Marie et les Garçons’a dönecek olursam sanki bu üç şarkıdan sonra tamamen gürültüye, deneysel mecralara akıyorlar ama bu olumsuz bir yorum değil tabii. Ayrıca bendeki farklı bir kayıtlarında – ki o kayıttaki şarkıların üstünden çok geçemedim henüz – Modern Lovers Roadrunner yorumu da mevcut. Yani grup belirli bir çevrenin müziğinden oldukça etkilendiğini belli ediyor ve bu çevre büyük ölçüde the Velvet Underground ilintili. Zaten John Cale ortaklıkları da varmış bazı kayıtlarında. Bütün bu gerçekler de Marie et les Garçons’u “bir süre daha ilgilenilecekler” listesine koymam için yeterli sanırım. Bir de Fransızca öğrenme çabasına girişmem için.

P.S. Frankofil değilim.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Yanaklarının öpülebileceğini öğrendiğim günden beri, geçen güzel kızların ruhunu merak etmeye başlamıştım. Dünya bana daha ilginç görünmüştü. *

Bu iki cümlede beni bu derece etkileyenin ne olduğunu bilmiyorum aslında. Sonuçta Kayıp Zamanın İzinde basit bir “coming of age” hikâyesi de değil. “yanaklarının öpülebileceği”, böyle bir farkına varış, bu duyguyu böyle naif ifade etmesi belki de bu kısmı onlarca kere okumama neden olmuştur. Bu iki cümlenin her kelimesini ayrı seviyorum. Fransızca bilmeyi ve bu kelimelerden bir kere de orijinal dilinde zevk almayı dilemiştim. Again, I know it is more than just a bildungsroman. Ama bu kısma tekrar döndüğümde,  aklıma A Portrait of the Artist…’de Stephen’ın cinsellikle tanışmasını Joyce’un nasıl aktardığı geldi. Katolik inancın, dinin etkisiyle çok karanlık, acı çeken (okuyana dahi acı çektiren) bir betimleme geliyordu aklıma o bölümü düşününce. Puslu sokaklar vardı mutlaka. Tam olarak şöyle anlatmış o anı: “His lips would not bend to kiss her...(burada öpmek fiili çok daha farklı bir anlam kazanmış Proust’un öpmeye yüklediği anlama göre, ne garip) He closed his eyes, surrendering himself to her, body and mind, conscious of nothing in the world but the dark pressure of her softly parting lips.
They pressed upon his brain as upon his lips as though they were the vehicle of a vague speech; and between them he felt an unknown and timid pressure, darker than the swoon of sin, softer than sound or odour.
He wanted to sin with another of his kind, to force another being to sin with him and to exult with her in sin.
O kadar çok tekrarlamış ki “sin” kelimesini, günah okuyanın bile ruhuna işliyor sanki.

A Portrait…puslu lacivert, biraz da acı yeşil. …Temps Perdu sarı sanki, en azından şimdilik. 

* Marcel PROUST, À l'ombre des jeunes filles en fleurs (Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde)

so begins our alabee pt. 2

abject failure. Failure fonetik açıdan çok hoşuma giden bir kelime olmuştur hep. Anlamından bağımsız olarak, yalnızca kulağa hoş geldiği için. Abject çok keskin. Anlattığı şeyi anımsatmıyor hiçbir şekilde. Bir tür şiddetli hareketi temsil ediyor gibi aslında. Reject, eject…Bu ‘ject’ kökünün ne anlama geldiğini bilmiyordum Latincede, “to throw” anlamı varmış meğer. Bir hareketi andırdığını boşuna düşünmemişim. Kelimenin oldukça romantik bir anlamı var yine de. Yalnız, failure zaten bir nevi downfall hissiyatı taşırken abject failure tam olarak nasıl bir durumu niteliyor olabilir? Tam bir hitting the bottom hali mi? Nedense aklıma Coyote’nin Roadrunner karşısındaki başarısız girişimleri geldi abject failure diyince. Boşlukta birkaç saniye durduktan sonra “Ohh! Shit!” dercesine bakışı ve yere çakılışı. 
Biliyorum. Olsun. Düşünüyorum zaten sadece. Abject. Failure. Güzel.

17 Mayıs 2011 Salı

so begins our alabee *

Ne zaman başlamayı düşünsem (“neye başlamak?”, bu önemli değil, başlamak eylemi önemli burada) kafamda bu şarkı çalmaya başlar. Cümlenin ‘so’ gibi bir bağlaçla başlaması hoşuma gitmiştir hep. Şöyle derin bir soluk alıp söylenir ya ‘so’, bir öncelik ifade eder, and then begins our alabee. Alabee dedikçe de aklıma Edward Albee geliyor, bir oyununu okumuştuk; aklımda The Skin of Our Teeth diye kalmış ama double check edince fark ettim ki o oyun Thorton Wilder’ınmış, Albee’den Zoo Story diye bir oyun okumuşuz. The Skin of Our Teeth’i çok sevmiştim. İnsanın başlangıçtan (taş devri) beri hayatta kalma mücadelesinin bir hikâyesiydi bir nevi ve witty bir oyundu ki zaten büyük ihtimalle beynimde yer etmesini sağlayan da o olmuştur. Homerosvari bir digressiona girmeden asıl konuya geri dönsem diyorum ama digression demişken de o kelimeyi ilk Antik Yunan dersinde öğrendiğim geldi aklıma. Homeros herhalde digression eyleminin alamet-i farikasıdır. Neyse gerçi başa dönsem de bahsedeceğim şey Homerosla bağlantılı aslında. so begins our odyssey / and we begin our odyssey diyor ya Kevin Barnes,  ben hiç başlayamayacağım herhalde kendi odyssey’me, hiçbir zaman başlayabilen bir insan olmadım. Doğduğumuz andan itibaren kendi odyssey’mizi yaşadığımız düşünülebilir belki. Ben öyle olduğunu zannetmiyorum. Gemimize binmiş okyanusta sürükleniyor olabiliriz ama İthaka’ya varma amacıyla yol almak için kendi İthaka’nı belirlemiş olmak gerekiyor. Bense sadece “so begins our alabee” diyebiliyorum ama o “alabee” nedir henüz bilmiyorum. 

 *of Montreal, The Sunlandic Twins

26 Nisan 2011 Salı

Ama niçin? NİÇİN?


Bişeyler yap. Durma öyle. Bir şeyler yapmış olmak için yap. Isır kendini ne bileyim. Düşüncelerini duymamak en iyisi. Sus. Saçmalıyosun. İlgi istediğin çok açık. Başka ne anlamı olabilir ki? Ne fark eder? Ama niçin? Kim olduğumu görmek için. Ne kadar da 90'lar. Acı çekiyorum zırvaları. Büyü artık. Olmasa da olur. Olur mu? Olmuyo işte. O yüzden yapıyosun bunu. Ergen duygular. Bişeyler patlamak üzere. Ama bu o değil. Peki ne? Herhangi bir şey. Sordum. Gürültü iyi. Her şeyin arasından bir şey seçilmez ki. Çok zor. Neden o? Ama seçmek zorundasın. Seçmemek daha mı iyi? Bu sayılır mı? Bilmem. Yapmak. Çok az şey anlatıyo. Harekete geçmek. Çok havalı. Act. Demek istediğim bu. Herhangi bi şekilde. Söyledim belki bunu. Çığlık terapisi. Var mı böyle bişey? İyi gelir sanki. Paylaşmak değil niyetim. Sonuçta ne ki? Ne de çok soru. Saçma. Anlam arama. Arasan da saçmalayacaksın. Söylediklerinle bişey anlatmıyosun ki. Diğerlerini anlatmamış oluyosun. Seçtiklerini seçmiyosun seçmediklerini bir kenara itmiş oluyosun. O yüzden zor. Doğuyor gibi. Memnun kalmayacaksın. Olsun sen yine de yap. Bir şey yapınca “işte bu!” mu diyorlar? Öyle kolay mı acaba? “İşte bu” değil çünkü. Sadece “işte öteki değil!”. Bilenir mi zamanla? Rastgele toprağı yığmadan kumdan kale yapamıyosun ki di mi? Belki kumdan kale değil zaten kumdan kare yapsan yeter. Bişey. Bir şey.

P.S: "Ama Niçin? NİÇİN?" Bu soru bana ait değil aslında. Bkz. Jean-Paul SARTRE, La Nausée