29 Haziran 2018 Cuma

Türklük Sözleşmesi

Geçtiğimiz ay okuduğum kitaplardan biri bu. Ama Barış Hoca’yı ve Türklük Sözleşmesi kavramını geliştirme sürecini son 2-3 yıldır takip ediyordum; sonunda kitabın çıkmış olması oldukça heyecanlandırdı. 27 Nisan akşamı Şişli’deki Nostalji Kitap Kafe’de gerçekleşen söyleşi de keza.

Beyazlık çalışmaları ya da erkeklik çalışmalarına aşinaysanız, Barış Hoca’nın ‘Türklük’ çalışmaya karar vermesinde ve ‘Türklük Sözleşmesi’ kavramsallaştırmasında bu alanlardan yararlandığını söylemem size bir fikir verecektir. Beauvoir’ın ‘One is not born, but rather becomes, a woman’ derken kastettiği özcülük karşıtı toplumsal cinsiyet tanımı ya da Butler’ın ‘gender performativity’ kavramı da. Kısacası Barış Hoca ‘Türklük’ bir performanstır varsayımıyla yola çıkıyor; Türklük hallerini/performanslarını da - kendisinin de kitapta sıklıkla belirttiği üzere - Bourdieu’nün habitus’undan yararlanarak “... belli görme, duyma, algılama, bilgilenme, ilgilenme, duygulanma, tavır alma” biçimleri olarak tanımlıyor. Buna bağlı olarak belli bilgilenmeme, ilgilenmeme, duygulanmama biçimleri de.

Peki bu performans hangi koşullara bağlı olarak ve ne amaçla sürdürülüyor? ‘Türklük Sözleşmesi’ metaforu da burada devreye giriyor. Benim de tezimin teorik çerçevesini oluştururken üstüne çok düşündüğüm yapı-faillik (structure-agency) ikilisi Barış Hoca’nın söyleşide de özellikle altını çizdiği bir noktayla alakalı görünüyor: ‘Türklük’ü egemen ideolojinin tek taraflı olarak dayatmasıyla değil iki tarafın rızasıyla uygulamaya konan yatay sözleşme kavramıyla açıklamak.

Devlet, ister cezalandırarak ister ödüllendirerek bazen de kullandığı söylemle hissettirerek bir Türklük çerçevesi oluşturur ve ‘sözleşme’nin getireceği imtiyazlardan (önyargıya maruz kalmadan ev-iş bulabilmek, adımızla, aksanımızla ilgili sorgulanmamak, haklılığımızdan emin olmak) yararlanmak isteyenler bu çerçevede hareket eder. Sürekli yeniden üretilen bu Türklük halleri birçoğumuz için zaten en ‘doğal’ olandır ve sorgulamayız. Belki birçoğumuz ‘Türk milliyetçisi’ değilizdir tıpkı bireysel olarak #ırkçı olmadığımız gibi. Fakat yine kitapta çok zihin açıcı bulduğum bir önermeye göre yapısal ırkçılığın imtiyazlarından sorgulamadan faydalanan beyazların da ırkçı olduğu gerçeği gibi yapısal Türklük’ün imtiyazlarından sorgusuz sualsiz yararlananlar da Türk milliyetçisinden farklı değildir.

Bu nedenle herhangi bir toplumsal fenomeni incelerken yalnızca bariz bir biçimde egemen ideoloji olarak adlandırabileceklerimize değil hiç sorgulamadan ‘common sense’ kabul ettiklerimize de bakmamız gerektiğini düşünüyorum. İmtiyazlarımızı sorgulamazsak biz de adaletsizliğin bir parçası oluruz.


17 Ocak 2018 Çarşamba

Acıyan Beden

Kollarımı göğsüme çekip yüzüstü yatıyorum. Kollarımın üstüne yatıyorum. Öyle yapınca ağrıyı hissetmiyorum, güçsüz kaldıklarını fark etmiyorum. Bazen de sırtüstü yatıyorum. Ellerimi mumya gibi göğsümde birleştiriyorum. Mumya gibi. Gerçekten mumya gibi oluyorum. Yataktan çıkamıyorum. Kanepeden kalkamıyorum. Ölü gibiyim. Dümdüz, kaskatı yatıyorum. Bir kez babaannemi görmüştüm rüyamda. Babaannem öldü. Ama rüyada canlıymışçasına odanın ortasında duruyordu. Ama ölüydü. Sanki ölü bedenini doldurmuşlar da odanın ortasına koymuşlar gibiydi. Ben de öyle canlıymışçasına duruyorum. Aslında ölü gibiyim. Bir yandan da ölü değilim ama. İşe gitmem lazım. Mecburiyetin kaldırma kuvvetiyle yataktan koparıyorum kendimi. Kollarım iki yanımda kasap vitrinindeki et parçaları gibi salınıyor. Kollarım. Ölü gibi. Ama ölü değil. Çünkü ağrıyor. Tek canlılık belirtisi ağrı. Kollarımı göğsümde birleştiriyorum. Daha az ağrıyor ama güçsüz. Kalemi, kaşığı üç yaşındaki çocuk gibi tutuyorum. Acemice. Güçsüz. Okula başladığımda 6 yaşımı henüz doldurmamıştım. Bir sayfa eğik çizgi, bir sayfa düz çizgi, bir sayfa A harfi. Annem kucağında kardeşimle başımda dururdu çizgilerimi tamamlayayım diye. “Yoruldum” derdim. “Kollarım ağrıyor.” Belki de yorulmuyordum, kollarım ağrımıyordu. Çizgi çizmek istemiyordum sadece. Bir sayfa çizgi. 6 yaşındaki Gülşah gibiyim yine. “Yoruldum” diyorum. “Kollarım ağrıyor.”

Bu aralar bu kitabı okuyorum. Somatizasyon, bedenselleştirme. Kişinin zihinsel ve davranışsal olarak dışa vuramadığını bedenine yansıtması. Duygularımızın düzenlenip bilincimize işlenmesi simgeleştirmeyle mümkün oluyor. Bebek, dil öncesi simgeleştirme yapamadığı için duygulanımlar fiziksel yolla ifade ediliyor. Anneyle ilişkisinde simgeleştirmeyi öğrenen bebek simgesel olanı söze döküyor. Bu sürecin yolunda gitmediği durumlarda simgeleştirilemeyen yani zihinde oluşturulamayan duygulanımlar bedende oluşturuluyor. Psikosomatik rahatsızlıklar zihnin deneyimlemediği ya da deneyimleyemediği acıyı bedende deneyimlemek demek bir bakıma. Yapılması gerekense bedendeki algıyı zihinselleştirmek. Bedenine şu çok bilindik soruyu sormak: “Kollarımın ağrısı bana ne söylemek istiyor?”