24 Temmuz 2011 Pazar

Velvet Underground & Nico üzerine bir güzelleme

Bu yazı müzik üzerine teknik bir bilgisi olmayan ve doğal olarak müziği gerçekte ne olduğuyla değil kulağında tınladığı şekliyle değerlendiren biri tarafından yazılmıştır. Bu açıdan teknik cehaletle suçlanma hakkı saklıdır.

Velvet Underground nedir/ne değildir (naçizane)

Velvet Underground  “favori grubumdur” diyebileceğiniz türde bir oluşum değildir. Klasik Amerikan rock grubu tadında, yalnızca birkaç kez dinlediğim albümleri de benim için Velvet Underground değildir açıkçası. Gerçekten severek dinlediğim ikinci en iyi albümleri White Light/White Heat’tir o kadar. Velvet Underground bana göre bir proje. Proto-punk, proto-noise, proto-everything bir albüm yaratmak için, döneminin sanatı sorgulayan yapısıyla da alakalı olarak, entelektüel – sanat üzerine düşünen – açık fikirli müzisyenlerin bir araya gelmesiyle ve bence kesinlikle Nico’nun dâhil olmasıyla bir nevi Voltran’ı oluşturmuş bir proje. Favori grubum Velvet Underground değildir ama favori albümüm açık ara Velvet Underground & Nico’dur. Easy-listening değildir, dinleyip özdeşleşebileceğiniz, catharsis yaşayabileceğiniz bir müzik de değildir (s&m, deri, kadife benzeri fetişleri olan, uyuşturucu bağımlısı ve daimi kulak tırmalayıcı, rahatsız edici sesleri içselleştirmiş biri değilseniz tabii). İnsanı sanat üzerine düşünmeye sevk eden, bunu amaçlayan her türlü sanat eserine (ki eser değil iş demeyi tercih ederim ya da yaratı belki) saygı duyarım zaten; benim için safi zevk kaynağı değil ayrıca bir eleştiri, fikir yürütmedirler. Velvet Underground & Nico bana göre (ki popüler batı müziği üstüne düşünen herkesin büyük ölçüde bu görüşü paylaştığını düşünüyorum) müzikte bir kırılma, bir provokasyon, kendi medyumunu kullanarak pop müziği (ya da rock’n’roll’u) sorgulama, popüler müzik bağlamında yaratılmış bir Verfremdungseffekt. Hiçbir şarkısı sıradan olmayan, söz yazımıyla, enstrüman kullanımıyla ya da vokal formuyla soru sorduran, etki bırakan bir albüm. Andy Warhol modern dönemin takip ettiğim, etkilendiğim sanatçılarından olmamıştır hiçbir zaman ama Velvet Underground’la buluşmuş olmaları hem şaşırtıcı değildir, hem de hayırlara vesile olmuştur belki de. Bu albüm için yaptığı cover art günümüz koşullarında düşününce yalnızca kinky diye nitelenip küçümsenebilir (kabuğu soyulunca ortaya çıkan pembe bir muz – dâhiyane olduğunu kimse iddia etmez herhalde) ama dönemi için rahatsız edici ve Andy Warhol’dan beklenecek türde bir fikirdir (yalnızca bir adamın yüz ifadelerini gördüğümüz Blow Job adında bir kısa film çeken Warhol’dan bahsediyoruz sonuçta). Bu cover art yine de sırf bu projenin görseli olduğu için bile benim için önemlidir. Ayrıca külttür sonuçta, koleksiyon objesidir, peel slowly and see bir vinyl servet değerindedir. Albüme geri dönersek, bir de yayınlandığı dönemde az ilgi gördüğü ama albümü alan herkesin ileride müzik yapmaya başladığı şeklindeki şehir efsanesi vardır ki I can’t see a reason why it shouldn’t be true.




Sunday Morning
Albümün yumuşak huylu şarkılarından, müzik kutusu gibi tınlar adeta. İsmiyle müsemma demek gerek belki çünkü karşı konulmaz bir pazar hissi yaratır. Pazar çok erken saatlerde sokakta bulunmak gerektiğinde inanılmaz uyumlu bir soundtrack olabilir. Tabii ki şarkı tamamen rahat olmanıza izin vermez, oldukça bas tınılı bir temeli var gibidir ama tuşlular o kadar rahatsız edici bir tizlikle o bas havayı yırtar ki sıradan bir pop şarkısı dinlemediğinizi hatırlarsınız. Bu tuşlu enstrümanın adının celesta olduğunu öğrendim, özellikle bu tür tiz bir ses yakalamaya uygun, Cale’in altered classical instruments diyebileceğim seçkisinden.  Yine de albümün en pop şarkılarından tabii ki. Son dakikada giren gitarı çok da severim bu arada ve Nico’nun la la la la şeklindeki back vokaliyle ninnivari bir şekilde sona ermesini.  Oysaki bizi bekleyen yaklaşık 50 dakikada uykuya dalmamız neredeyse hiç mümkün olmayacaktır.

I’m Waiting for the Man
26 dollars in my hand… Bu şarkının ilk olarak live versiyonunu dinlemiştim. Benim için uzun bir süre yalnızca o versiyondan ibaret olduğu için bende o haliyle yer etmiştir. Kayıt Reed’in seyirciyle konuşmasıyla açılır ki kelimesi kelimesine bilirim neredeyse, şarkının bir parçası gibi olmuştur benim için. “Do you have a curfew or anything?” diye sorar, çünkü “we’re going to do either one long set or two sets” . Oldukça country bir gitarla başlar şarkı orijinalinden farklı olarak. Daha dağınık çalınmış bir kayıttır, orijinalindeyse aksine koşuşturma havası yaratan bir piyano vardır. Bar piyanolarını andırdığını düşünmüştüm, zaten bu tarza barrelhouse style dendiğini okudum sonrasında.  Live kayıtta “oh baby don’t you holler / darlin’ don’t you bawl and shout” sözlerinden sonra gelen, asıl ritimden sapan gitara bayılırım. Yalnızca birkaç notadır, alakasızdır ve sırf o yüzden de çok yerindedir. Şarkı gittikçe hızlanır ve tepe noktasında da sona erer. Kayıt bir avuç insanın alkışları ve Reed’in mütevazı “thank you, thank you”larıyla biter.

Femme Fatale
Tef, grubun sık kullandığı bir enstrüman. Bu şarkı da büyük ölçüde tef ve Nico demek. Nico’nun vokalini Sunday Morning’deki back vokali saymazsak ilk defa duyarız. En başından beri Nico’nun bu rough aksanının rahatsız ediciliğini, Cale’in yakaladığı distorted  sesler ya da Reed’in wicked sözleri gibi grubun soundunu oluşturan en önemli elementlerden biri olarak görmüşümdür. Sıradan bir kadın vokal bu etkiyi yakalayamazdı. “What a clown”, walks/talks derken s’lere yaptığı vurgu ve “you’re number 37, have a look”  sırf Nico’nun telaffuz ediş tarzıyla benim için bu şarkının tepe noktalarıdır. Bir de tabii back vokalde tekrar eden “she’s a femme fatale”.

Venus in Furs
Favorim. Bu şarkı benim için kutsaldır neredeyse. Mindfucking denebilir. Her dinleyişte, özellikle açılış ritmiyle ama ayrı ayrı birçok noktasıyla da tüylerimi diken diken eder. Şarkının bu etkileyiciliğinin temasıyla hiçbir ilgisi de yoktur. En sevdiğim şarkı Venus in Furs dediğinizde sapkın insan muamelesi görebilirsiniz ama bu şarkının sözleri sadece bir tamamlayıcıdır benim için. Müziğiyse bambaşka bir şey. Gerçi sözlerinden girecek olursak söze, aslında bir kitaptan esinlenme Reed için bu sözler ama kendisi de özdeşleşmiştir tabi büyük ölçüde. Venus in Furs başlıklı o kitapta, anlatıcı kürk giymiş bir Venüsle aşktan konuştuğunu hayal etmektedir, arkadaşı buna karşılık ona bir hikâye anlatır. Severin karakteri bir kadına o kadar tutkuyla bağlanmıştır ki kadının kendisine kölesi gibi davranmasını ister. Ama ilişkileri tabii ki mutlu sonla bitmez. Önemli olan da bu değildir zaten. Reed’i etkileyen büyük ihtimalle köle kısmı olmuştur ve bize o hikâyeyi anlatır. Şarkıya adını veren Venüs’ün de ayrı bir önemi var gerçi. Onlarca şarkı yazılmış Venüs’e hitap eden. Nedenlerini anlamak zor değil ama incelenmeyi de hak eden bir fenomen. Peki ya müzik? İşte o nokta daha heyecan verici. Bu şarkıda ilk defa Maureen Tucker’ın tam tamı andıran davullarını duyarız. Onu ayakta bu tam tamları çalarken hayal ederim. Şarkının o ilkel, insanın en doğal, hayvansı yanına hitap eden haliyle çok uyumlu, basit ve vurucu bir ritimdir. Şarkı boyunca kesintisiz süren o gitar gürültüsü, amfiden gelen o feedback ve Cale’in viyolasıyla yarattığı o adeta acı çeken insan sesi şarkının sadomazoşist atmosferini tamamlar. Bu şarkıda sanırım Reed’in buluşu olan, ostrich gitar denen bir teknik kullanılmış. Teknik noktasında çok bilgim olmasa da tüm gitarın aynı perdeden akort edilmesiyle yakalanıyor bu ses sanırım. Zaten bu albüme, bu projeye bu kadar anlam yüklememin nedeni de bu denli deneysel, sınırları zorlayan yapısı işte. Sözlere dair bu şarkıdaki tepe noktası bence “I am tired, I am weary / I could sleep for a thousand years / A thousand dreams that would awake me /different colors made of tears” dörtlüğüdür. Bazı şarkıların, hatta kitapların içinde öyle cümleler ya da ifadeler vardır ki artık tek başlarına bir varlık kazanmışlardır. “Different colors made of tears” öyledir örneğin. Tekrar müziğe döndüğümüzde Cale şarkının yaklaşık olarak yarısında farklı bir melodiye, bana oryantal bir tını veren bir melodiye geçiyor. O ana kadarki tekdüze sesi kırmış oluyor. Bir yandan da tef ve davulla verilen o dım tıs dım dım tıs ritmi var ki belki de tüm albümde en sevdiğim ritimdir. Şarkının sonuna doğru bu ritmin üzerine gitarla dümdüz tek bir akor tansiyonu artırır. Diğer birçok pop tınılı şarkılarının aksine de oldukça keskin bir şekilde sona erer. Her dinleyişte içindeki farklı bir öğeye yoğunlaşabileceğiniz yoğun bir şarkıdır. Deneyimlemek gerekir.

Run Run Run
Yine koşuşturan bir ritim vardır arka planda, ismiyle müsemma şarkılardan bir diğeri. Bu ritmin üstünde Lou Reed’in gitarı ara sıra girer, parçalıdır, formsuzdur, rahatsız edicidir. Gitarıyla deney yaptığı şarkılardandır. Sözleriyse tamamen kendi başına bir kısa hikâyedir, faklı karakterler tanıtır bize New York drug scene’den. Waiting for the Man’deki karakterin parçası olduğu dünyadayızdır yine.  Bu iki şarkı NY drug scene series şeklinde albümde zuhur eder sanki. New York Trainspotting’i gibidir adeta. Kısa filmi yapılmış mıdır bu şarkının merak ederim. Üçüncü dakikaya doğru “run run run take a drag or two”dan sonra gelen gitar başka bir favorimdir.

All Tomorrow’s Parties
Bu albümdeki kişisel favorim Venus in Furs olsa da All Tomorrow’s Parties’in kült konumunu teslim etmek gerek. Adına festival düzenlenen bir şarkıdır ATP, adı da çok şey ifade eder. Korkutucu bir havada, karanlık bir atmosferde açılır.  Daha sonra giren Venus in Furs benzeri davul-tef ikilisi silah ateşlenir gibi keskin ve serttir. Gitar bu başlangıç işaretinden sonra girer. Bu kayıtta Nico’nun vokali üst üste bindirilmiştir. Bir nevi rezonans yaratır, kulak tırmalar. Bu şarkıyı dinlerken aklıma hep ağlamaktan makyajı akmış bir kadın imgesi gelir (belki de şu nedenle - cry behind the door - ). Femme Fatale’in Edie Sedgwick olduğu söylenir, bu şarkıdaki poor girl de o mudur diye düşünürüm. Tüm enstrümanlar kendi köşelerindedir bu şarkıda, karışmazlar, uyum sağlamaya çalışmazlar, her dinleyişte farklı birine odaklanmanız mümkündür. Çok derinden de Cale’in piyanosunu duyabilirsiniz.  Ostrich gitar tekniğinin kullanıldığı bir diğer şarkı da budur ayrıca. Şarkı Run Run Run’daki gibi Reed’in deneysel takılıp gitarıyla zirve yapmasıyla ani bir şekilde son bulur.  

Heroin
Oldukça sakin bir girişi vardır, yavaş bir kalp atışı gibidir davullar ve kalp atışının hızlanmasıyla da hızlanırlar.  Müzik tamamen vokalle aynı tempoyu takip eder. Sürekli giderek hızlanıp aniden yavaşlayan ve tekrar hızlanan bir yapı izler. Eroinin nasıl hissettirdiğini bilmesem de bir peak sonrası durulma hali olduğunu ve şarkının temposunun da tamamen onu yansıttığını düşünmek mümkün. Grubun şarkılarının ruhuna uygun atmosfer yaratma konusundaki yetkinliği tartışılamaz herhalde. Lou Reed’in “it’s my wife and it’s my life” dedikten sonraki hınzır gülüşü, yalnızca bir ha ha belki ama olmasa bir şeyler eksik kalırmış sanki. Beşinci dakikadan sonra büyük bir mayhem hali başlıyor, bir kafa bulanıklığı gibi, 5.17’de ise Moe Tucker ritmi kaçırıp çalmayı bırakmış, tekrar kayda girmemişler. Bu tür önemsiz bir rastlantı, davulların o yarım dakikalık suskunluğun ardından yavaşça tekrar duyulmaya başlaması ilginç bir şekilde kısa süreliğine bir kalp durma efekti yaratmış. Sonrasındaysa giderek jet hızına ulaşıyoruz, her şey tavan yapıyor. And I guess that I just don’t know (bir şey ifade etmeyen bir cümle gibidir ama kayıp bir kişiliğin sloganı da olabilir), şarkı bir iç çekiş gibi biter.  

There She Goes Again
Şarkının açılışını yapan o güçlü gitar riffini hep sevmişimdir, şarkı boyunca da tekrarlanan o riff Marvin Gaye’in Hitch Hike şarkısından alınmaymış ama Rolling Stones coverına daha yakın bir halini, daha keskinini kullanmışlar. Tipik Lou Reed sözleri vardır şarkının s&m tadında. You better hit her! Ardından da yine o gitar girer, gerçekten bir tokat yemiş gibi hissedersiniz. Back vokalleriyse bütün o uuu’larıyla bir grup takım elbiseli surfer yapıyormuş gibi canlandırırım gözümde.  O elliler tarzı rock’n’roll gruplarındaki back vokaller gibi. Bir de neden bilmem, hikâyenin ana kahramanı olan kadın da sanki Audrey Hepburn’dür benim için, biraz daha femme fatale versiyonu belki. Kısa bir şarkıdır ve Lou Reed’in rock’n roll vokalleriyle fade away şeklinde biter. Çok etkileyici bir şarkı olmayabilir ama vurucu gitar riffi için tekrar tekrar dinlenebilir.  

II’ll be Your Mirror
Nico vokalli şarkılardan bir başkası. Femme Fatale’deki gibi bunda da Nico’nun rahatsız edici (Nico’nun vokali için kullandığım rahatsız edici, kulak tırmalayıcı tanımlamaları bir anlamda provoke eden, yabancılaşma yaratan, o açıdan sıradan bir pop şarkısından ayrılmasını sağlayan anlamında pozitif bir şey ifade ediyor benim için) vokalini duyarız. Tatlı bir gitar melodisi ve tefle açılır ve Nico’nun vokali bu melodiye kesinlikle tezat oluşturur. Diğer pop tınılı şarkılarına göre daha melodiktir. Dreamy atmosferi ara sıra ani bir gitar bozar ve mayışmış bünyeyi uyku halinden çekip çıkarıverir.  Aniden uyandırılmış gibi hissedersiniz. Şarkının son düzlüğünde Nico kendine back vokal yapar, bu bindirilmiş vokalde I’ll be your mirror / reflect what you are derken gerçekten de aynadan yansımakta gibidir. Şarkı haletiruhiyesine uygun bir şekilde fade away biter.  

The Black Angel’s Death Song
Albümün deneysel ruhunun alamet-i farikası iki şarkıdan biri budur.  Cale’in kulak tırmalayan elektrikli viyolasıyla ve Reed’in sert vokaliyle açılır. Korkutucudur. Gitar genellikle geri plandadır.  Cale’in viyolası sürekli acı çeker haldedir ama gürültü gibi değildir aksine sürekli oldukça akılda kalıcı bir cümleyi tekrar eder gibidir. choose to choose/choose to go – ölümün doğası üzerine adeta bir to be or not to be tiradı gibidir.  Adı normal olarak ölümü çağrıştırır ama gözümün önüne nereden aşina olduğumu bilmediğim kurak bir arazi, batmak üzere olan güneş ve bir bufalo kafatasından oluşan o görüntü gelir. Canlı çalındığında akıl almaz noktalara götürülmeye, doğaçlamaya müsait bir yapısı vardır ama albümde ani bir şekilde biter. Son duyduğumuz, gitardan yükselen tek bir notadır.

European Son
Şarkı soundcheck havasında açılır. Klasik bir gitar riffiyle başlar ki Chuck Berry’den olduğunu okumuştum sanırım bir yerde. Çok az ama sert sözleri vardır (you spit on those under twenty-one). Sıradan bir rock’n’roll şarkısı gibi ilerliyorken birinci dakikada ani bir metalik gürültüyle, adeta bir kırılma efektiyle müzik radikal bir biçimde değişir (burada değişen yalnızca şarkının soundu değil genel anlamda popüler müziktir de aslında). Cale’in ya da grubun genel olarak deneysel olduğu gerçeği ortada ama gürültüyü açıkça bir proje olarak kullanan Reed olmuştur. Gürültüye olan bu tendency’nin görüldüğü, precursor of Metal Machine Music diyebileceğimiz şarkıdır European Son. Yaşanan ani değişimden sonraki yaklaşık yedi dakika, çeşitli enstrümanlarla, birbirinden bağımsız, bol distorsiyonlu bir gürültü şenliğidir. Ritmik olma belirtisi gösteren her türlü ses bir diğeriyle öldürülür. Bir nevi gürültünün içine çekilip yok edilir.  Müzik bu yedi dakikanın başından sonuna doğru daha az ritmik, gittikçe daha zorlayıcı olur ve aniden biter. Tabi aslında bitmediğini ve dört devasa kayıt şeklinde MMM’de ortaya çıktığına da düşünebilirsiniz. İlk dinlediğimde ani kırılma efektinden sonra gelen o emprovize yedi dakika kafamı allak bullak etmiş, müzik üzerine derin düşüncelere sevk etmişti beni. Herhalde amaçladıkları da tam olarak buydu zaten. Müziği sorgulatmak.