6 Haziran 2011 Pazartesi

A bout de souffle

 İzlediğim ilk Godard filmi A bout de souffle değildi. Filme defalarca televizyonda (TRT’de) denk gelsem de bir türlü meşhur Champs Élysées-New York Herald Tribune sahnesinden sonrasını izleyemiyordum. İlk izlediğim Godard filmi Week End olmuştu. Godard’a oldukça sürreal sayılabilecek bir filmiyle başlamış hatta o festivalde ilk defa Bunuél ve sanırım bir de Švankmajer izlemiş, beynimi bir süreliğine kullanılamaz hale getirmiştim. Tekrar tekrar izlenilesi bir film olmasının yanı sıra, A bout de souffle bir Marie et les Garçons şarkısının adı olarak karşıma çıktı. Peki, Marie et les Garçons nasıl karşıma çıktı? Açıkçası, tamamen “bakalım 70’lerde Fransa’da neler varmış punk/post-punk adına” gibi rastgele bir arayış sırasında dinledim bu grubu da.
 İlk olarak Métal Urbain dinledim ki bir nevi Fransız Sex Pistols olarak anılabilirler. Her şeye tepkili olduklarını ve politik sözler yazmaya çalıştıklarını pek Fransızca bilmesem de anlayabiliyorum. Müzikleri biraz fazla rough gibi, tabi çok akıllıca tasarlanmış gitar cümleleri, vurucu ritimler falan beklemiyordum. Sonuçta punk, müzikal açıdan iddialı olmakla alakalı değildir. Ama bu grubun amacı büyük ölçüde ne kadar sinirli olduklarını ifade etmekmiş gibi görünüyor ya da daha doğrusu öyle yaparsak punk yapmış oluruz algısıyla oluşmuş şarkılar var. Grubun müziğinde farklı bir nokta drum machine kullanmış olmaları. Bu ilk dinleyişte çok rahatsız olmadığım bir durumdu. Hatta Clé de Contact şarkılarında çok kesin olan davul vuruşları hoşuma gitmişti. Fakat albümün genelinde drum machine olayını biraz yadırgadım çünkü gitarlar ne kadar dağınıksa davullar o kadar mekanikti (doğal olarak!). Bu da bana punk müziğin doğasına biraz aykırıymış gibi geldi aslında. Ama müzik hakkında ahkâm kesmek değil amacım. O yüzden başka ne düşündüm bu grubu dinlerken ona dönelim. Marie et les Garçons dinlerken de fark ettiğim bir şey var Métal Urbain’in müziğinde. Surf tadı alıyorum, bir retro seziyorum ki zaten Pop Poubelle’de yanlış anlamıyorsam onlar da “Salut de Retro” diye bir selam çakıyorlar. Bahsetmek gereken bir şarkı da Train (version 2). Bu şarkının, onlarca cover’ı olan The Train Kept a Rollin diye klasik bir rock şarkısının yorumu olduğunu açıkçası bilmiyordum ama orijinalini dinleyince bu şarkının gitarlarını daha çok sevdim diyerek şarkının orijinaline biraz saygısızlık edeceğim maalesef. Aslında bu şarkıda asıl dikkatimi çeken, vokalin (echosuyla tınısıyla) bana fena halde Suicide’ı hatırlatması oldu.
 Métal Urbain dışında Asphalt Jungle ve Stinky Toys dinledim fakat henüz onlara yeterli mesai harcayamadım. Çünkü bu sırada sürekli Marie et les Garçons dinlemekle meşguldüm. Bu grubu punk olarak niteleyemem. Ya da o şekilde sınırlayamam. Punk ötesi bir müzik, post-punk denebilir belki ya da new wave demek daha doğru olabilir, aldığım surf havasından, 60’lar sound’undan dolayı. Nouvelle Vague. Godard. A bout de souffle. Böyle bağlanıyor şeyler birbirine, ne ilginç. A bout de souffle tabii ki en çok ilgimi çeken şarkı falan değil. Re-bop sonundaki davul ritmiyle Rien á dire diye bir şarkıya bağlanıyor ki bu beni en çok esir eden şarkı oldu. Grubun gitarları davulları birbirinden ayırt edilebiliyor, çok temiz, çok net. O açıdan zaten punk diyemem bu gruba. Ayrıca artsy bir havaları da var. New York müziğinin o dönemde sanat çevreleriyle çok içli dışlı hali sanırım bu grupta da varmış. Métal Urbain ne kadar o dönemin İngiliz sahnesinden etkilenmişse bu grup da o kadar New York hissi veriyor. Attitudes nerdeyse tamamen aynı ritmin üzerine kurulmuş bir şarkı ve bu şarkıda bas (eğer bas zannettiğim o ritmi başka bir şeyle karıştırmıyorsam) sürekli kulak kabarttığım tek şey oluyor dinlerken. Zaten böyle sürekli detaylara takılırım. Bir grubun müziğini çok da sevmeyebilir ama bir şarkıdaki gitarlara ya da kısa bir davul ritmine âşık olabilirim. Ya da okuduğum kitaplarda kelimelere, tamlamalara sırf kulağa çok hoş geldikleri için takılabilirim. Le Comte Mexicain. Bu şarkıda da aralıklı olarak tekrar eden gitar riff’ine bayıldım. Marie et les Garçons’a bu kadar takılmamın nedeni biraz da Fransızca sanırım. Yaklaşık 13 dakikalık Marie et les Garçons biraz spoken word gibi gidiyor ve Fransızca’nın inanılmaz çirkin ama bir o kadar da çekici bir dil olduğunu fark ediyorsunuz. Ya da en azından ben öyle hissediyorum bu şarkıyı her dinlediğimde. Gırtlaktan telaffuz edilen her kelimede dile hayran kalıyorum. Ne dediğini anlamıyor olmam da bir şey değiştirmiyor açıkçası. Genel olarak (genelleme hoşlanmadığım bir mefhumdur aslında ama) Fransa diyince, Fransız diyince aklıma çirkin ama çekici geliyor zaten.  Ugly in an attractive way (tam olarak böyle tanımlarım sanırım dili de, Paris’i de örneğin). Bendeki kaydın doruk noktası Gloria in Excelsis Rebel’la karşılaştığım an oldu ki dinlediğim sırada şarkının adını görmemiş ve bu kadar tanıdık gelen melodi de neyin nesi demiştim. Meğer Patti Smith’in (bu şarkı benim için Patti Smith demektir, Van Morrison maalesef bir şey ifade etmiyor benim şarkıyla ilişkim açısından) Gloria’sının Fransızca bir versiyonunu dinlemekteymişim. Şarkı Bowie’nin Rebel Rebel’ıyla mash edilmiş aslında. Çeşitli yerlerde iki şarkı karışıyor sonra tamamen Rebel Rebel’la devam ediyor. İki şarkıya da büyük bir yenilik getirdikleri yok aslında ama sevdiğin şarkılarla ansızın bu şekilde karşılaşmak hoş. Ayrıca şarkının adındaki kelime oyununu da sevdim. Gloria in Excelsis Deo normalde bir ilahinin adıymış. “Glory to the God in the highest”. Bunu bir nevi “Glory to the Rebel in the highest” haline getirmişler aynı zamanda.  Ve sonra birden White Light/White Heat giriyor ve o beyaz ışık beni kör ediyor. Bir grubun tek amacı dinleyici olarak beni ikna etmek olsaydı sanırım ancak bu kadarını yapabilirlerdi. Venus in Furs coverlamazlarsa tabii. Ama belki o ters tepki yaratırdı çünkü Beck’in öyle bir projesi olmuş ve “the Velvet Underground & Nico”yu baştan sona farklı şekillerde yorumlamışlardı. Ben Venus in Furs kaydını pek de sevmemiştim. Benim için kutsal sanırım. Zaten Velvet Underground hakkında düşündüklerim, o albümün her şarkısının tek tek bana neler hissettirdiği tamamen ayrı bir konu. Marie et les Garçons’a dönecek olursam sanki bu üç şarkıdan sonra tamamen gürültüye, deneysel mecralara akıyorlar ama bu olumsuz bir yorum değil tabii. Ayrıca bendeki farklı bir kayıtlarında – ki o kayıttaki şarkıların üstünden çok geçemedim henüz – Modern Lovers Roadrunner yorumu da mevcut. Yani grup belirli bir çevrenin müziğinden oldukça etkilendiğini belli ediyor ve bu çevre büyük ölçüde the Velvet Underground ilintili. Zaten John Cale ortaklıkları da varmış bazı kayıtlarında. Bütün bu gerçekler de Marie et les Garçons’u “bir süre daha ilgilenilecekler” listesine koymam için yeterli sanırım. Bir de Fransızca öğrenme çabasına girişmem için.

P.S. Frankofil değilim.